MASUMİYET OTOPORTRESİ



*Yazıya başlarken dinlemek için: Bach - ‘’No. 2 in E major, BWV 1042 Adagio’’


En derin uykuların artığı bir yığın düşünceyle bir sonraki günle başa çıkmaya çalışırsın. Nafile çabaların sonucu gücünü toparlamaya, konsantre ve algı seviyesini yükseltmeye çabalarsın fakat aynı çeviklik yakalanamaz bir türlü. Onlarsız bir hiçsindir aslında. Zaman kavramı sana yapabildiği tüm baskıları yapar ve elbette bunların farkında olduğunsanırsın ama aslında görmediklerin gördüklerinden katbekat fazla. Sen zamanın sana sunduğu oyunları oynuyor ve asla seviye atlayamıyorsun. Bundan daha büyük bir distopya yok. Bırak 2080'de dünyanın geleceği noktayı, sen günümüzden geçmişe ters yönde ilerleyen bir distopyanın kaderini yaşıyorsun. Bundan daha acı ne olabilir ki? Bizden çalınanlarla geleceğe doğru bir oyalanma taktiğinin sancılarını çekmiyor muyuz hep? Yarının daha güzel olacağını bize sunanlar neden bundan bahsetmezler? Seni bir avuç parayla kandırıp zamanını çalan bir sistem ve onun taşeronluğunu yapan iyi giyimli takım elbiseli şişman adamlar var karşında. Onlar iyi kazanıp senden çaldıkları, senden esirgediklerini kendileri tükettikleri için şişmanlar. Onlar seni oyalarlar ve en önemlisi de senin yıllarını çalarlar. Neden tüm bu detaylar gözden kaçırılır? Bizler aslında eyersiz atlar gibiyiz. Kendi duygu dünyamızın ve fiziksel özelliklerimizin bizi salıverdiği tempoda dört bir yana umarsızca koşuyoruz. Atlar dönmedi ve dönmeyecek de, sen kendi başına yola devam edeceksin.

Kaderini kendin yazacaksın, çünkü gelecek hiç olmadığı kadar belirsiz. Başka dünyaları yarat kafanda, yeni yollar, yeni haritalar çiz. Beynin bir navigasyon, önce bunu kullanmayı öğren. Arkanda bıraktığın şehirleri bir daha merak etme, tüm sokaklar yeni şehirlere açılır. Yenidünya düzenini onu reddederek değil onu kendine çekerek alt edebilirsin. ‘’Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir,’’ diyor Karl Marx. Beş yaşındayken, çamurun, toprağın içinde debelenip oyun oynarken var olan yaratıcı yönünü ne çabuk unuttun? Onlar olmadan adın, soyadın, en önemlisi de benliğin bu kadar anlam kazanabilir miydi?

İçten içe düşün. Yaşadığın her yılın ilk ve son gününü. Kendi kendini değerlendirdiğin yıllık bir not defteri yarat kafanda ve her geçen yıl nasıl da eksiye gittiğini o defterdeki tablolara ekle. Kazandığın puanlarla dünyanın senden nasıl da çaldığını fark et. Aksi durumda bu kadar bonusla erken yaş emekliliğine terfi edebilirdin, unutma. 

Kaybettiklerin her zaman kazandığını düşündüğün eline geçmeyen değerlerden daha fazla oldu. Çocukluğun, delikanlılığın, gençliğin, askerden dönüp gerçek hayatı anlamlandırmaya başladığın ilk yılların ve esas vücut bulan orta yaşların senden hep çalınmadı mı? Sen sınavlarla, geçim sıkıntısıyla, parasızlıkla oyalanırken en büyük değerin olan ''zaman'' senden çalınmadı mı? O gittikten sonra neye yarar kazandığın diğer küçük maddi detaylar ve eline geçen önemsiz ünvanların. Fyodor Mihailoviç Dostoyevski'nin bununla ilgili net bir yargısı var; ''Bizim gibi basit ve ölümlü insanlar en nihayetinde kaybediyor,'' diyor. Sen kazandığını düşündüğün an hayat sana bir gol daha atıyor farkında olmadan. Fileye topun değdiği o ağır çekim an vardır ya, işte odur işinin bittiği an! Kaçınılmaz bir sondur bizim başımıza gelen de. Sürekli bir yerlerden patlak verir içinde bulunduğumuz bot ve biz mülteci bedenimizle bilmediğimiz bir denizin iki yakaya eşit uzaklıkta bir noktasında batmaya mahkum oluruz. Bizimkisi hep böyle olmuştur zaten. Kaç desen kaçamazsın. Ama siyaset üretemeyen politik karakterler öyle mi?! Onlardır dünyayı istediği an bir ressam edasıyla renklerle dolduran, istediği an gri bulutlar çizen, istediği an da çiçekler patladığı an kameralara gülümseyip ellerinde pim tutan.

Biz kendi yolumuzda tek başımıza olduk bugüne dek, bunun farkına ne zaman varacaksın? Maçın bitişini bile başkalarından yediğimiz goller değil kendi kalemize attığımız goller belirleyecek. Kendi kalemize attığımız goller bir futbol maçından bahsediliyor olmasına rağmen üçlük etkisi yaratacak ve biz mola istemeye doyamayacağız. ''Aslında hiç kaybetmedim; sadece sistemin istedikleri kazandı,” diyor Charles Bukowski sistemin içinde kaybolmuş bizlere.

Başka bir ütopya bu, konu sanat veya spor değil. Konu aslında hiçbir şey değil. Konu sensin. İnsan olarak dünyaya bakış açın ve duruşun. Sen okuma mümkünse, çünkü dünya 2080 hatta 2200’lere yaklaşıyor. Sen bunun farkında olmasan da yeterince; Çinli’ler matbaayı bulduklarına her geçtiğimiz gün daha çok pişman oluyor ve elin İskandinav’ı bunu geliştirdiğine çoktan pişman. Yılları ve sürecinde kazanılan tecrübeyi biriktirdikçe önümüzdeki yıllara daha çok öğrenmiş, daha çok okumuş olarak girmemiz gereken yerde okumayı, kitapları, yayınevlerini daha aza indirmeye çalıştık. Başardık da. Bir kitap artık sadece bir kitap, whatsapp'taki konuşma geçmişi kadar bile değeri yok. Bir kimliği vardı aldık onu elinden. Yarınlara bakarken kafamızda kurduğumuz gelecek hikayelerinde de bu sebeple kitaplar yer almıyor, bilmem farkında mısınız? Hep uçan arabalar, iki tuşla yaşam formlarımızı dengeleyen son teknolojik cihazlar ve ağaçlara ihtiyaç olmadığı mega kentler var hepimizin gelecekle ilgili hayallerinde.

Aykırı bir ergenlik geçirdin ki hala devam edeceksin geçirmeye. Çünkü hayat önüne koyduğu bayat malzemelerle seni günden güne daha çok ergenleştiriyor. Çözüm yollarının tıkanıp kaldığı leş bir odada duvar saatinin tik taklarına aldırış etmeden yaşamak ne mümkün? Yeterince kaotik bir anlam mı var şu yaşadığın anda? Evet, katılıyorum. Yaşamak hiç olmadığı kadar tek kişinin başa çıkabileceği bir ‘görev’ değil artık neredeyse. Geleceğini kendin çiz çizebilirsen ama bu belki mümkün olmayacaktır bile. Bir destek, bir omuz gerekiyor yaslanılacak. Kendi kaderini kendin tayin edemediğin gibi kendi başına nefes alman da zor; biliyorum bunları okurken epey zorlanacaksın, benim yazarken zorlandığım kadar. Ama işin özü ne biliyor musun? Ne sonuca varırsan var hiçbiri bu gerçek yüzleşmenin hesabını silecek boyutta olamayacak. Farkındasın dünyanın ne kadar aşılması güç hedefler sunduğunun insana.

Gelecek mi? Bach’ın ‘’No. 2 in E major, BWV 1042 Adagio’’su sana içinde bulunduğun anla gelecek arasındaki çizgiyi, çizgilere takılmadan hissettirir. Yalnızca bir anlığına gözlerini kapa ve duygularının nahoş olmayan bir şekilde göz perdelerinin gerisinde neler yansıtmış olduğunu gör. Yanlış işler peşinde değilsin değerli okur, değerlisin her şeyden önce. Sadece senden çalınmış çok şey var, sakın kazanıyor olduğunu düşünmeye kanıp böyle bir hataya mahal verme. Her zaman çalınmış olan bir şey vardır, yeter ki gözlerini dört aç ve geleceğini kendin çizmeye çalış.


Serkan BEYDE
Başka Peron edebiyat dergisi 11.Sayı 2016

Serkan Beyde

I am a YouTube expert and social media manager and have 5 years of comprehensive experience in video editing, social media management, and digital content creation.

READ MORE

1 comment:

costa said...

Yolculuklar sizinle de anlam kazanıyor Serkan bey...En sevdiğim şarkıyı paylaşmak isterim sizinle..."Ben nasıl büyük adam olucam diye gider hani...." Önlerine dünya denen bu hoş bahçenin her lezzetli meyvesini de sunsanız zamanı siz verdiyseniz kendi ellerinizle suskunluğunuz artıyor... İçindeKi ruhları çıplak bir ampulle aydınlanmaya çalışan toplulukları florasan veyahut spot ışıklarla tanıştırınca insanoğlu kendini sahneye çıktım zannedip önce kendisine aydınlanma şansı vereni yok etmeyi refleks olarak istemsiz dışı gerçekleştiriyor...

Bazen tam da o nokta itibari ile sadece bavulunuzu alıp çıkmak istiyorsunuz tüm bağlılık kurallarını sümen altında bırakarak...

Ve ne yazık ki şarkının nakaratı gidişat değiştiriyor "ben nasıl küçük adam olucam diye..."